Metin Kutusu:

www.mustafabalel.com

 

Sivas postası okurlarına Mustafa Balel’i tanıtabilir miyiz?

­Hayatta en çok zorlandığın soru ne diye sorulmuş olsa, vereceğim yanıt kesinlikle işte bu olurdu. Kendini tanıtma işi! Bizim gibi toplumlarda bir yazarı, bir sanatçıyı çok zorlayan bir şey bu. Nedeni yazarın kendini tanıtırken işe birtakım çekincelerle başlaması. Anlatacağın şeylerin dozunu ayarlamak kolay değil. Hani bir söz vardır, elin ağzı torba değil ki büzesin, herkes bir şey söyler. Beğenip beğenmeyenler… Abartılı bulanlar… Şu da neymiş ki laf diye söylüyor, diye burun kıvıranlar... Bunlar insanın elini kolunu bağlıyor, neyi verip neyi veremeyeceğini bilemez hale getiriyor insanı. Genç bir hanım dört yaşındaki sevimli kızının elinden tutmuş kreşe gidiyorlarmış. Manavın önünden geçerken aile dostları İdris Usta annesine hal hatır sorduktan sonra çocuğun yanağını okşayıp kiraz tezgâhını göstermiş ve bir avuç almasını söylemiş. Küçük kız hınzırca gülümseyerek bir kirazlara bakmış, bir manavın süngeri çağrıştıran delik deşik yüzüne… Ardından omuz silkip yürümeye koyulmuş. Bunu gören manav çocuğu eli boş gönderecek değil a… Bir avuç kiraz alıp annenin avucuna bırakmış. Biraz ilerlediklerinde anne dayanamayıp sormuş çocuğa: Sen kiraza bayılırsın, neden almak istemedin? Küçük kız aynı şeytanca gülümseyişin ardından, dudağını büzüştürerek mırıldanmış: Ama anne, manav amcanın elleri daha büyük! Yazarın kendini tanıtmasını da buna benzetirim ben. Bu işi bir başkası yapacak olsa eminim kat kat ötesinde şeyler söyleyecek, koltuk kabartan övgüler sıralayacaktır. Oysa yazarın bunları yapma şansı yok.

 

Neyse, ben temel olanı söyleyeyim de, gerisini ilgilenen okur www.mustafabalel.com’a girip baksın.

 

Onlarca göbek öteden yerli (atalarım Timur işgalinde bile oradaymış) bir ailenin çocuğu olarak Sivas’ın o zamanki adıyla Çavuşbaşı mahallesinde doğmuşum. Çocukluk yıllarım Kaleardı’nda, Gökmedrese’nin bahçesinde ya da Şeyhçoban Tekkesi’nin önünde misket yuvarlayarak geçti. Okul kıtlığı vardı o yıllarda. O yüzden yedi yaşındaki çocuklar Sivas’ın dondurucu ayazında ta Şeyhçoban’dan Nalbantlarbaşı’ndaki Recephandan İlkokuluna gitmek zorunda kalmıştık. Öyle muflonlu anoraklar, kürk paltolar giydiğimizi de anımsamıyorum… Sonra Cumhuriyet İlkokulu’na, ardından da Gökmedrese yakınlarındaki Dumlupınar İlkokulu yapıldı ve bizi oraya yolladılar. Diplomayı oradan aldım. Daha sonra kapımızın on metre ötesine Kılıçarslan İlkokulu yapıldı ama ben orada okuma rahatlığını tadamadım maalesef. Ardından Cumhuriyet Meydanı’ndaki Cumhuriyet Ortaokulu’nu ve Sivas Lisesi’ni bitirdim. Tarihi binada tabii… Sonra Ankara… Gazi Eğitim Enstitüsü Fransızca bölümünü bitirdim ve birden kendimi o yıl açılan Ardahan Lisesi’nde buldum. Derken Fransa serüveni, Poitiers Üniversitesi’nde karşılaştırmalı Dünya Edebiyatı… Daha sonra Sivas Ticaret Lisesi ve bu arada Eğitim Enstitüsü… Ardından İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü, Bahçelievler Lisesi, sonuçta Ardahan Lisesi’nde Fransızca öğretmeni olarak başlayan öğretmenliğim İstanbul Adnan Menderes Anadolu Lisesi’nde sonuçlandığında ben artık Fransızca değil, edebiyat öğretmeniydim…

 

Nasıl başladı yazı serüveniniz?

Klasik ­bir yanıt gibi görünecek ama matbaa mürekkebiyle tanışmam ilkokulda başladı. Dumlupınar ilkokulunda okuduğum yıllarda Sesimiz adındaki aylık okul gazetesinde yazdığım şiirlerle başladı. Hatta birinin birkaç dizesi hâlâ aklımdadır. Tıpkı bana, daha doğrusu bizlere yazma zevki aşılayan öğretmenimiz Pamir Beril’in o döneme göre son derece modern olan adını hiç unutmadığım gibi. Kuzenlerimden birinin hanımı derdi ki iki üç yaşındayken çok iyi bir hikâyeciymişim. Benimle aynı yaşta ya da benden birkaç yaş büyük çocuklarına masallar anlatırmışım. Daha sonra iyi bir okur oldum. Yazarlık eğilimimim gün ışığına çıkışının ilginç bir hikâyesi var. Ankara’da Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirme sınavlarında Gustave Flaubert’in ünlü romanı Madame Bovary’ye 10 sayfalık bir ek yapmamız istenmişti.  Emma’nın hayallerini süsleyen balodan döndüğü geceki duygularını aktaran bir bölüm olacaktı. Bu eklemeyi çok başarılı bir biçimde gerçekleştirdiğim için haziranda mezun olamadım. Çünkü hocamız Madame Bernadette o metni benim yazdığıma inanmadı ve ısrarla metni bir yazardan almış olabileceğimi savundu. Sınav salonunda, nereden, hangi yazardan alabileceksem sanki… Bu durum önce beni çok sarstı ama sonradan bunun müthiş bir şey olduğunu görüp büyük bir özgüvenle işe girişiverdim. O hocam şimdi yaşıyor olsaydı, kitaplarımı okur ve kesinlikle gelip benden özür dilerdi. Bundan adım gibi eminim. Yapısı gereği bunu mutlaka yapardı.

 

Yazı hayatınızın neresinde?

Odağında. Evet, yazı hayatımın gerçekten de merkezinde yer alıyor desem hiç de abartmış olmam. Yazısız bir yaşam düşünemiyorum. Yirmi beş yıl kadar önce, yine böyle bir söyleşi sırasında genç bir gazetecinin “Neden yazıyorsunuz?” sorusuna, “Ben sana, ‘Neden soluk alıyorsun?’ diye soruyor muyum?” demiştim. Amacım bu genci haşlamak, soruyu ağzına tıkayıvermek değildi. Sadece yazma eyleminin benim için taşıdığı anlamı vurgulamaktı. Bugün buna benzer bir soru sorulduğunda içimde verdiğim tepkinin sertliği karşısında donup kalan bu genci o hale getirmenin burukluğunu duyarım.

 

Birçok eseriniz var, çeviriler de dâhil. Biraz bunlardan bahseder misiniz­?

1968-1969’da yazılan ancak 1974’te yayımlanma olanağı bulan Kurtboğan adındaki öykü derlemesiyle başlayan kitaplarımın sayısını bugün inan ben de takip edemez oldum. Öykü, roman, çocuk romanları, çocuk öyküleri, ders kitapları, iki dilli (Türkçe-İngilizce) öyküler… 1963–1964 öğretim yılında vekil öğretmenlik yaptığım Eşmebaşı’ndaki (adı Ağmu’dan Eşmebaşı’na galiba o yıl dönüştürülmüştü) gözlemlerimle, daha sonra Ardahan Lisesi’nde Fransızca öğretmenliği yaparken tanıma fırsatı bulduğum köylerdeki gözlemlerimden esinlenerek yazdığım kırsal kesimle ilgili ilk ve son kitabım Kurtboğan’ı izleyen Kiraz Küpeler adlı kitabım yine bir öykü derlemesiydi. İstanbul öykülerinden ve 12 Mart sonrasıyla 12 Eylül öncesi gibi ara rejimlerin özelliği gereği zorunlu bir mekân nakli yaparak Sivas’ı dünyanın herhangi bir yerine taşımak zorunda kaldığım öyküler yer alıyordu. Ardından konusu tümüyle Sivas’ta geçen Bizim Sinemamız Var adında bir ilkgençlik romanı çıkageldi. Ardından da Gurbet Kaçtı Gözüme... İçerisinde başta Fransa, Brezilya, Rusya olmak üzere birçok ülke okurunun beğenisi kazanan Ayıp Yerleri Yanlış Konmuş Resimler, Hatmigül Zamanı ve Gözyaşı Satıcısı adında üç uzun öykü ile Sivas Mustafa Balel yapıtlarına gerçek anlamıyla damgasını kazıdı. Üçü de Kaleardı, Gökmedrese ve Şeyhçoban üçgeninde geçen bu öykülerin ardından 228 sayfası Sivas’ta, Kaleardı’ında 50 sayfası İstanbul’da geçen ilk romanım Peygamber Çiçeği, hemen ardından Boğaziçi’nde Yeşil Düş adındaki bir yalıda başlayıp Sivas’ın kenar mahallesi Pulur’da devam eden ve Mısmıl Irmak’ın, şimdilerdeki adıyla Aksu’nun taşmış sularında sona eren bir roman oldu. Turuncu Eleni tümüyle İstanbul öykülerinden oluşuyor. Derken Karanfilli Ahmet Güzellemesi çıkageldi. İçerisinde öykülerden ikisi Sivas öyküsü: Kanadı Kırık Gönlüm ve Tefçi İsmihan. Bu arada Bükreş Üniversitesi’nde bulunduğum üç ay boyunca edindiğim ve dönüşümde Varlık dergisinde dizi yazı halinde 12 ay boyunca yayımladığım Çauşesku dönemi Romanyası ile ilgili izlenimlerimi Bükreş Günleri adlı bir kitapta topladım. Fransızca olarak kaleme aldığım Le Transanatolien adlı kitaptaki öykülerden ikisi Ayıp Yerleri Yanlış Konmuş Resimler ve Gözyaşı Satıcısı Sivas öyküleri… Ve kitabın en beğenilen öyküleri oldular. Sonra çok sayıda çocuk kitabı… Ardından sayıları kırka yaklaşan çeviriler… Başta Fransız edebiyatı olmak üzere dünya edebiyatının seçkin öykü ve romanlarını Türk okurunun hizmetine sundum. Bu arada Türk edebiyatının dışarıda tanınması için de çalışmalarım oldu. Oluyor, olacak. Örneğin usta şair Ayten Mutlu’nun Uzun Gemide Akşam’ı. Dünyanın birçok yerinde ilgiyle karşılanan bu kitabın Fransızcası Mustafa Balel’e ait.

 

Müsaadenizle buradan Sivas’a geçelim. Sivas’tan uzakta yaşıyorsunuz. Sivas deyince yüreğiniz sizi nerelere götürüyor?

Nelere götürmüyor ki! Karlı kış günlerinde çantalarımızın üzerine abanarak kendimizi kalenin başından adını şu anda çıkaramadığım bir hamamın bulunduğu sokağın başına kadar indirecek olan adrenalin dozu hayli yüksek bir yolculuğa götürüyor… Şeyhçoban Tekkesi’ne ve onun sırtını verdiği küçük mezarlığa bakan ahşap evin ancak kendisinin sığabildiği küçük balkonunda neredeyse yirmi dört saat oturup gelip geçeni seyreden Battal Anne’ye götürüyor. Henüz “obez” kavramının bilinmediği o dönemlerde “Battal” diye tanımlanan adını bile bilmediğim kilolu mu kilolu bu yaşlı kadının gelip geçen herkese yaptığı gibi bana da laf atmasından çekinerek evinin önünden neredeyse duvara yapışarak sine sine geçtiğim o günlere… Zavallının gelip geçenlerin filelerindeki erzakları merak edişi, uzaktan seslenip elma, portakal, mor havuç, salatalık gibi şeylerse birkaç tane isteyişi, yoğurt, pekmez gibi kıvamlı şeylerse, çocuklarla Battal Anne’lerine bir tas göndermelerini tembih edişi… Bir komşuya gönderip “Battal Anne diyor ki…” diye başlayan bitmek bilmez siparişleri pek o kadar değil ama biri hakkında bilgi almak için kullanmaya kalkışması çok üzerdi beni. Gelip geçenin filesini kontrol etmek, bir başka deyişle hafiyelik etmek genelinde bütün çocukların ayıla bayıla yaptıkları bir şey değildi tabi. Yine de yapan yok değildi bu işi. Battal Anne’nin “Ulan, Sarı Poşa”, “Ulan Sinitmiş!” gibi aşağılamalarına değil de “Melek” gibi yüceltici seslenmesine muhatap olmak için midir nedir, bu işi yapan oluyordu. Hatta daha öteye gidip erzaklarını o sıralarda hayli lüks olan pamuklu iplikten yapılmış filelerde değil de bu iş için hazırlanmış bohça büyüklüğünde mendillere çıkınlayıp getiren insanları takip edip binbir dalavereyle içindekini öğrenip büyük bir mutlulukla Battal Annesi’ne bile yetiştiriyordu. Bu arada ciyak ciyak bağırdığı için sadece Battal Annesi değil mahalleli de duyuyordu tabii. Ardından yaşlı kadının siparişini iletmek üzere soluğu biraz önce elinde dolu mendil, yoldan geçen komşunun kapısında alıyordu. Komşunun gönülsüz de olsa vermek zorunda kaldığı meyveyi ya da yiyeceği ahşap merdivenlerini yıkarcasına paldır küldür çıkarak teslim ettikten ve yaşlı kadının duasını alarak mutlu biçimde dönen o yalaka çocuklara sormak isterdim şimdi, Battal Anne’nin duası tutmuş muydu? Gerçekten de karakaşlı, kara gözlü, servi boylu bir güzelle mi evlenmişlerdi? Yoksa gözünün biri Meraküm’e, öteki Kardeşler’e bakan, eciş bücüş zavallının biriyle mi?

 

Sonra dayımın Kavaflar’ın bitiminde, Atatürk Bulvarı’na açılan ve Meydan Camisi’nin karşısına düşen sokaktaki dükkânına götürüyor beni. Altından şarıl şarıl dere akan, döşemesi ne zaman görsem demir talaşından geçilmeyen sobacı dükkânına… Çırak orta yerindeki küçük delikten mis kokulu pideyle yediğimiz yağlı kuzu eti, acı sivri biber ve boğum boğum domatesten oluşan nefis güvecin ardından mideye indirdiğimiz kavunun kabuklarını atmak için kapağı açtığında o küçücük delikten çocuğun kendinden başka beni, dayımı, etraftaki yeni yapılmış kuzine sobaları, levhalar halindeki saçları, tezgâhın köşesine tutturulmuş mengeneleri, duvarda asılı tamir bekleyen tüfeklerle, tavanda asılı yoğun bir koku yayan birkaç karpit lambasını ve adını bilmediğim bir dolu aleti içine çekecekmiş duygusu yaratan çağıltısını bugün hâlâ duyar gibi olurum. Zaman zaman kentin merkezinde birkaç yerde geçen bu derelerin günümüzdeki durumlarını merak ettiğim de olur.

 

Sivas deyince yüreğimin beni götürdüğü yerlerden biri de bayram arifelerinde, ikindi vakitleri gittiğimiz Halfelik’teki mezar ziyaretleri. Bazen de sabahın erken saatlerinde giderdik büyükbabamın, annemin ve benden iki yaş küçük kardeşimin mezar ziyaretlerine. Yanılmıyorsam, arife günü bir sorun çıkmış ve o gün gidememişsek, bayram sabahı erkenden soluğu orada alıyorduk ki bu hiç de hoşuma gitmezdi. Ayrıca namazdan çıkar çıkmaz doğrudan oraya gittiğimiz için yanımızda hanımlar olmuyordu.

 

Bir de “memecim gilikleri” var… Evet, unutamadığım bir de o var… Mahalle çocuklarının ellerinde oklavalar gruplar halinde “memecim giliği”  diye komşu kapılarına dayanışı. Hayal meyal de olsa kalmış aklımda. Kendim o kervana katılmayıp babamın aldığı çorak gibi tuzlu minik halkaları çıtırdatmayı tercih ettiğim için olsa gerek oklavaları kapılara vururken çocukların koro halinde söyledikleri sözleri ve bu işin bayram sabahı mı, arife günü mü yapıldığını unutuvermişim. Ayrıca demir bile aşınıyor, bellek dediğin ne ki!”

 

Sonra darağaçları… Evet, evet, bildiğimiz idam sehpaları… Sivas dendiğinde anımsamadan edemediğim bir sahne de üç direkten çatma bu darağaçları... İçerisinde tarihi kongrenin yapıldığı salonu ve Atatürk’ün odasını da barındıran Sivas Lisesi’nin bahçesi şu andaki heykelin bulunduğu alanı da içine alacak biçimde Jandarma Komutanlığı’nın tarihi taş yapısına doğru uzanırdı.  Yerden bir buçuk iki metre kadar yükseklikte olan ve ıhlamur ağaçlarından geçilmeyen bu bahçenin – sanıyorum bu ağaçlardan bir ikisi bugün Atatürk heykelinin arkasında hâlâ yaşıyor – şöyle on on beş adım ötesinde kurulmuş darağaçlarına çekili cansız gövdeler ‘ibret-i âlem için’ ikindi vaktine kadar orada öyle bekletildiğinden ister istemez görmek zorunda kalırdık. Eh, unutulacak şey mi? Belleğime kazınmış… Bizler orada sallanan cansız bedenleri görürdük sadece. Bunun bir de idamın gerçekleşme anı var ki, bunu adeta bir eğlenceye dönüştürmüştü bazıları… Üstelik sayıları hiç de az değildi bu ‘bazıları’nın.  Koca meydanı doldururlardı hani… Sinemaya gitmekten ve Kale Park’ta sonradan adı Ömer Şan’a dönüşen Ömer Keskinbıçak’ı dinlerken demli birkaç çay içmekten başkaca eğlencesi olmayan kent sakinlerinden bir bölümünün bu dehşet verici idam sahnelerini tekdüze yaşamlarına bir renk katmak için nasıl bir eğlenceye dönüştürdüklerini Karanfilli Ahmet Güzellemesi adlı kitabımdaki Kanadı Kırık Gönlüm adlı öyküde işledim ama inanın, sızısını hâlâ içimden atabilmiş değilim… Sivas ile ilgili anılarım bitecek gibi değil ki! Bir yayınevinden gelen Sivas ile ilgili anılarımı yazma önerisini kabul etmiş olsaydım ona bile yeter de artardı… Şimdilik burada keselim mi? Şu darağacı işi keyfimi kaçırdı.

 

Mustafa Bey bu aralar yazın mutfağınızda neler var?

İpek Ağacının Gölgesinde Masum Bir Cinayet neredeyse tamamlanan, şu anda son halini vermeye çalıştığım bir öykü kitabı. İçerisindeki öykülerin tümü konusu Sivas’tan ve Sivas’ın da varlıklı kentsoylu kesiminden olmasına özen gösterilmiş öyküler. Zamanlama olarak yeni yılın ilk günlerine çıkması uygun görüldü. Peygamber Çiçeği ve Asmalı Pencere’de çizdiğim kenar mahallelerine karşılık bu kez de yeni bir cephesiyle vermek istedim Sivas’ı. Çağdaş, modern, kentsoylu Sivas… Bu arada yaklaşık yirmi yıldır üzerinde çalıştığım romanım Gün Vurgunu biter bitmez üzerinde yoğunlaşacağım bir roman çalışması olacak: Madam Jorjet’in Kedileri. 1960’lı yılların Sivas’ı ile Fransa’nın kuzeybatısındaki gizemli küçük kent Le Mont-Saint-Michel’in ortak mekân olarak kullanıldığı bir roman. Sahi, bu arada İstanbul Mektupları’nı unutuyordum neredeyse. İlk cildi Avrupa Yakası yeni çıkan İstanbul Mektupları adlı üçlemenin öteki iki cildi Asya Yakası ve Unutulmuş Mektuplar var programda… Ötesini ben de bilmiyorum. Hele bir bunlar bitsin bakalım. Eskisi gibi uzun planlar yapamıyorum artık. Yaş ilerleyince, hele de sağlık sorunları olunca günübirlik yaşamaya başlıyor insan. Yıllar önce planlanmış olmasa ve hepsi de büyük ölçüde ilerlemiş olmasa bu kadarını da söyleyemeyecektim. Rahmetli Ümit Kaftancıoğlu kendisiyle ölümünden önce yaptığım bir söyleşide dünya kadar şey sıralamış ve “başımı taş yastığa koymadan bunları yapmak istiyorum” demişti. Bazılarını yaptı, bazılarına da vakti olmadı. Kendi deyişiyle başını taş yastığa koyuverdi birden… Hayat bu belli mi olur?

 

7  Sivaslı okurlara neler söylersiniz?

Var mı ki? Bildiğim kadarıyla okurum yok orada. Başkalarını bilmem ama Mustafa Balel kitaplarının bulunmadığını duydum Sivas’ta. İlk kitabımın yayımlanışının üzerinden 35 yıl geçtiği halde kitaplarımla, sanatımla ilgili tek bir okur mektubu ya da elektronik posta iletisi almış değilim. Dünyanın öteki ucu Brezilya’dan, Arjantin’den bile geliyor da oradan gelmiyor. Bu da gösteriyor ki okurum yok orada. Olmayan okura da ne diyebilir ki insan? Doğmamış çocuğa, zıbın biçmek gibi bir şey… Yine de okurum olmaya adaylar varsa eğer, ellerini biraz çabuk tutsunlar derim. Yaşam o kadar hızlı akıp gidiyor ki! Sürüncemede bıraktığımız nice şeyi bir bakıyorsunuz, elden kaçırıvermişiz… Yaşadıkları kente bir de içlerinden çıkıp kimseden en ufak bir destek görmeden canhıraş bir biçimde çalışarak bir ömür pahasına kendine yer açmayı başarmış, bu yüzden de kimseye en ufak bir müdanası olmayan, eleştirmenlerin deyişiyle dili ve edebiyatı ulusaldan evrensele taşımayı ustalıkla başarmış bir yazarın gözüyle bakıp kaçırdıkları noktalar varsa görmelerini, merak ettikleri noktalar varsa hazır aralarındayken sorup öğrenmelerini söylemeden geçemeyeceğim.

 

Sivas Postası

28 Ağustos 2009

 

OSMAN ÇELİK’İN
SÖYLEŞİSİ

canada goose homme parajumpers solde doudoune moncler timberland femme ugg suisse doudoune moncler femme timberland homme ugg australia parajumpers femme moncler soldes canada goose solde moncler femme canada goose pas cher moncler doudoune femme canada goose femme timberland suisse moncler homme parajumpers homme ugg pas cher in nederland hvor kjøpe generisk cialis på nett i Norge
ugg ale canada goose suomi moncler sale canada goose takki barbour takki moncler takki timberland suomi canada goose sale parajumpers takit canada goose trillium barbour tikkitakki canada goose ale barbour jacket parajumpers long bear moncler untuvatakki parajumpers takki
adidas superstar femme adidas stan smith adidas superstar adidas stan smith femme
belstaff motorcycle jackets woolrich canada moncler vancouver barbour jacket duvetica canada uggs canada peuterey jacket woolrich parka timberlands canada parajumpers gobi timberland boots women duvetica outlet parajumpers outlet moncler canada
canada goose italiaa ugg saldi woolrich uomo woolrich parka woolrich outlet moncler uomo scarpe timberland ugg stivali stivali ugg moncler milano timberland shoes canada goose outlet timberland scarpe moncler outlet canada goose zug in nederland hvor kjøpe generisk cialis på nett i Norge
moncler dames ugg ale uggs handschoenen moncler jas dames woolrich jas canada goose jas moncler heren parajumper jas dames barbour jackets barbour dublin timberland nederland timberland heren timberland boots moncler jas barbour wax moncler takki parajumper jas parajumpers sale in nederland hvor kjøpe generisk cialis på nett i Norge
canada goose pas cher doudoune moncler moncler outlet veste moncler timberland shoes timberland femme moncler veste moncler veste homme canada goose outlet veste barbour timberland chaussure timberland homme parajumpers pas cher canada goose montreal doudoune canada goose femme ugg soldes
parajumpers tilbud moncler jakke moncler jakke herre nike sneakers nike sko nike sb stefan janoski max nike sb janoskicanada goose baby ugg boots canada goose danmark timberland boots parajumpers long bear canada goose trillium parka canada goose jakke parajumpers udsalg parajumpers jakke udsalg ugg hjemmesko timberland sko
Viagra with Dapoxetine kaufen Kamagra Fizzy Tabs viagra apotheke Viagra pour Femme Viagra Dapoxetine Viagra pour femme acheter du cialis Generika Testpakete Acquisto Cialis Super Active Cialis Daily Viagra kopen erectiepillen kopen Acheter Levitra cialis 20mg Comprare Propecia Acquisto Brand Viagra kamagra kaufen viagra voor vrouwen Kamagra France