Metin Kutusu: Metin Kutusu:

www.mustafabalel.com

 

İspanyol yazar Cervantes’in Don Kişot’u sevdiğim en önemli yapıtlardan. Onun yel değirmenleriyle mücadelesinin hep evrenselleştiğini düşünmüşümdür. Yazarların da bir nebze yaşadıkları çağdaki “yel değirmenleriyle” mücadele ettiklerini düşünürüm.  Her yazarın ifade onlarca yel değirmenine karşı, kalemiyle bir duruş sergilediği muhakkak. Mustafa Bey, siz de velut bir yazarsınız. Siz, yazın dünyanızdaki yürüyüş alanınızı nasıl konumlandırırsınız?

 

Serde öğretmenlik var, önce hemen küçük bir düzeltme ile gireyim konuya. İspanyol diyoruz sonra da romanın başkişisinin adını Fransızca olarak Don Kişot diye telaffuz ediyoruz. Ottoman dendiğinde Osman, Soluman dendiğinde Süleyman nasıl bozuluyorsa İspanyollar da Don Quijote’ye (Don Kihote) Don Kişot dendiğinde rahatsız oluyorlar. Haklılar da. Büyük Larousse’un yayın kurulunda çalışırken bu konuda uzun uzun düşünmüş ve sonunda Latin alfabesini kullanan ülkelerdeki kişi adlarını olduğu gibi yazmaya, öteki alfabeleri kullanan ülkelerdeki ise Türk alfabesiyle ama özgün dildeki söylenişiyle vermeyi kararlaştırmıştık. İyi de oldu. Böylece isimler Fransız dilinin tekelinden kurtuldu. Yunanlının Arkhimides’ini Arşimet’e dönüştürme hakkını kendimizde nasıl bulabiliriz ki! “Don Quihote”yi sevmekte haklısın. Gustave Flaubert’in “Madame Bovary”, Barbey D’aurevilly’nin “Şeytani Öyküler”i, İtalyan yazarı Boccagio’nun “Decameron”, Pierre de Laclos’nun “Tehlikeli İlişkiler”i ile birlikte dünya edebiyatının temelini oluşturan beş temel yapıttan biri o. Kim sevmez ki!

 

Gelelim sorumuza, yeldeğirmenleriyle mücadele etmeyen var mı, günümüzde? Herkes bir biçimde yaşıyor bunu. Aslında hayatın kendisi de bir tür yeldeğirmeni değil mi? Hele de günlük taamı bulmanın bile lüks sayıldığı ülkemizde… Üç kuruş uğruna canhıraş bir biçimde didinirken, kendisini bir başka boyuta, geleceğe taşıyacak olan bir alanda neden mücadele vermesin, neden çırpınıp kendini paralamasın ki insan? Yazarın kalemiyle bir duruş sergilediği konusundaki bakışını iyiniyetli bir istem olarak alıyorum sadece. Her yazarın böyle bir erdeme sahip olduğunu düşünmek biraz safdillik olur. Dediğin gibi “velut” yazarlardan biri olduğum söylenebilir. Gerçekte “mükemmeliyetçi” yapım engellemese çok daha verimli olabilirdim ama bundan en ufak bir şikâyetim yok. Yeniden doğsam, her şeye yeniden başlamış olsam, yine aynı şekilde davranırdım.

 

Her şeyin komprimeler halinde hazır sunulduğu bir toplumda, koşullandırmalarla, yönlendirmelerle yetişmiş, akşam televizyonda söylediği bir cümlelik ani bir çıkışla tüm bakışları üzerine toplamayı bilen bir yazarın oltasına takılmak varken düşünme yetisini yitirmiş insanlara altında ancak düşünen bir insanın yakalayabileceği mesajların yattığı ürünler sunmak Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya benzetilebilir. Evet, bu yönüyle baktığınızda yeldeğirmenleriyle savaşla bir yakınlık kurmak mümkün. Ancak içim rahat. Tek kaygım hayattayken, henüz elim eriyor, dilim dönüyorken yapabileceklerimin en âlâsını yapmak. Geleceğe kalıcı şeyler bırakmak… Yapmaya çalıştığım bu. Mustafa Balel edebiyatı kolay tüketilebilen, ucuzluklarla beslenen bir edebiyat değil. Saman alevi gibi parlayıp anında milleti başına toplamıyor. Yani çok satmıyor. Çok satmam için dev yatırımlar yapacak bir yayımcım olmadı henüz. Onlar belli insanların peşinde. Hem, çok satanların hali de ortada. Alevler sönmeye başladığında herkesin bir anda dağılıverdiğini, ortada bir avuç külden başka bir şey kalmadığını görüyoruz. Rahmetli bir yazarımızın oğlunun geçenlerde televizyonda yaptığı bir konuşmayı dinledim, tüylerim diken diken oldu: “Babam hayattayken ne yapıp edip kitaplarını sattırmanın bir yolunu buluyordu.” Evet, kelimesi kelimesine bu sözcükler döküldü ağzından.  Ne hazin! Ben hiçbir zaman öyle olmadım. Olmayacağım da… Bu bir seçim meselesi. Senin deyişinle sergilediğim duruş bu oldu işte. Eğer bir benzetme yapmam gerekirse, keşfedilmeyi bekleyen bir maden olma yolunu seçtim. Günün birinde bir rastlantı sonucu bile olsa ortaya çıkacak nasıl olsa.

 

Ülkemizde okur-yazar ilişkisi konusunda maalesef istenilen yerde değiliz… Yazı hayatının içinde olanların, kıymetinin bilindiğini söyleyebilir miyiz?

 

Bilinen var, bilinmeyen var. Sıfırdan göklere yükseltilen, hatta bazı kesimlerce adeta kutsal bir nitelik kazandırılan kimseler var. Üstelik sayıları az buz da değil. İstanbul’un fethinin 550.yılı dolayısıyla 550 yazar ve şair toplamışlardı Gülhane parkına. Orada gözlemleme olanağı buldum bunu. Kırk yıla yakın bir süredir yazıyorum, üstüne üstlük çeviriyorum, 30 yıl eğitime hizmet verdim… Kişisel olarak, o insanların gördükleri ilgiyi hayatımda görmedim ben. Görmek bir yana aklımın bir köşesinden geçirme gibi bir lüksüm bile olmamıştı. Katılımcıların her birinden İstanbul ile ilgili bir yazı ya da şiir alınmıştı ağırlamaların, İstanbul gezilerinin bedeli olarak. Devasa iki cilt halinde yayımlamışlar bunları. Fırsatını bulan şöyle bir göz atıp önünde iki büklüm eğildikleri bu kişilerin döktürdükleri incilerin içler acısı halini görebilir. Maalesef bazıları işte böyle Everest’in doruklarına çıkarılıyor… Bu arada ıssız bir parkta bir ağacın dibine dökülmüş sonbahar yapraklarının gördüğü ilgiyi bile görmeyen o kadar çok ki! Günümüzde kitap çeşitli nedenlerle talebin her geçen gün biraz daha azaldığı bir ürün… Yayına hazırlanışından baskısına, afişine, posterine, ilanlarına, promosyonuna, övgü kampanyalarına, vitrinlerdeki yerini alışına kadar uzanan büyük bir süreç gerektiriyor. Bu da bir güç istiyor tabii. Sermaye istiyor. Günümüzde her alanda olduğu gibi yayıncılığa da dev şirketler el attı. Ya da tarikatlar, cemaatler… Bu durumda yazarlar eşit koşullarda başlamıyor yarışa. Somut bir örnek vermek gerekirse, Sivas’ın en işlek caddesinde, herkesin mutlaka uğradığı bir kitapçının (benim zamanımda Kitapçı Kâmil vardı) vitrininde özel olarak hazırlanmış bir rafta, özel ışıklarla aydınlatılan ve boy boy posterlerle duyurusu yapılan,  her gün bir şekilde gazetelerde manşet olan, televizyonların haber programlarında başköşeye oturan bir kitapla, atıyorum, Höllüklük denilen bir mahalledeki vitrini tozdan topraktan geçilmeyen kitap-kırtasiye-oyuncak-manifatura dükkânında satışa sunulan, bir şeylerin arasında kaybolmuş bir kitabın satılma şansları aynı olabilir mi?

 

Etnisite, cemaatler, lobiler, aşiretler, içki masası arkadaşlıkları, cinsel tercih…  Neler rol oynamıyor ki bu işte! Örneğin Sivas Lisesi’nden değil de bir Galatasaray’dan ya da Saint Benoit’dan, Saint Joseph’ten mezun olmuş olsaydım ya da Sivas’ta değil de bir başka kentte, özellikle de Karadeniz’de bir yerde doğmuş olsaydım, şu anda bulunduğum yerde mi olacaktım?

 

Bir müddet önce birtakım Kültür-Sanat etkinlikleri için Fransa’ya gittiniz: Bize oralardaki kültür-sanat faaliyetlerinden ve sizin katıldığınız etkinliklerden bahseder misiniz?

 

Evet, “Türk Mevsimi” çerçevesinde Türk şiirini temsilen Ayten Mutlu ile Türk hikâye ve romanını temsilen ben, Bordeaux’ya davet edilmiştik. Kültür bakanlığımızla ilgisi yok bunun.  Fransızlar araştırmış ve kararlaştırmışlar. Neyse ki öyle olmuş! Aksi takdirde bizimkilerin böyle bir daveti gümüş bir kadeh içinde bana ya da Ayten’e sunmaları beklenebilir miydi? Benim öykülerim uzunca bir süredir Fransa’da biliniyor, okunuyordu. Bu arada geçen yıl Ayten’den çevirdiğim “Uzun Gemide Akşam” adlı destan şiir de büyük bir ilgiyle karşılandı.

 

Bu etkinlikte benim öykülerimle Ayten Mutlu’nun şiirleri okunacak ve üzerlerinde tartışmalar düzenlenecekti. Şiirlerin Türkçesini Ayten, Fransızcasını ise çeviren kişi olarak ben okuyacaktım. Bunlar yapıldı. Bordeaux’daki büyük şenlikler dışında ayrıca çevre birkaç ilde de düzenlenen benzeri şenliklere katılıp hikâye ve şiirlerimizi okuduk. Türk edebiyatıyla ilgili soruları yanıtladık.  Hikâyeler üzerinde tartışılırken ilgimi çeken bir şey yaşandı. Türkçedeki adı “Vesile”, Fransızcadaki adı ise “Eski Bir Gündelikçi Kadının Trajik, Biraz da Komik Hikâyesi” adlı öyküm okunurken birçok insanın gözlerinden yaşlar gelmeye başladığını, hatta hıçkırarak ağladıklarını gördüm. Sonra öykü üzerinde tartışmalar başladığında salya sümük ağlayan bu insanların Türk kökenli olmadıklarını fark ettim. Türkler ya da Türk kökenli Fransızlar kafalarında oluşan bu gündelikçi kadının sırf gümüş yemek takımları, gipürlü perdeler almak, evinin duvarlarını desenli kağıtlarla kaplatmak, arada bir gündelikçi kadın çağırıp evini temizletmenin keyfini çıkarmak için böbreğini satışına bir türlü anlam veremiyorlardı. Israrla bana Vesile’nin böbreğini geçim derdinden satıp satmadığını soruyorlardı.  Hayır, diyordum onlara, o zaman bu bir Mustafa Balel öyküsü olmazdı ki! Sıradan, popülist bir öykü olurdu. Onu evrensel boyuta ulaştıran yanı görmek gerek. Sivas’ımızın çok hoşuma giden deyişiyle söyleyecek olursam “sen, ben, bizim Kel Hasan” türünden dar bir çevrede, gettolar halinde yaşayan bu insanların tüketim toplumunu, bu alandaki koşullandırmaları, insanların beyinlerini bombardımana tutan yüzlerce TV kanalını gözlerinin önüne getirip öyküyü o doğrultuda değerlendirmeleri beklenebilir mi? Ortada ekmeğe muhtaçlık diye bir şey yokken, çocuğuna ilaç alma gibi bir durum söz konusu değilken bir insan böbreğini nasıl satabilirmiş? Vesile’ye böbreğini sattıran şeyin geçim derdi değil, şartlandırmalarla yıkanmış beyni ve özlemleri olduğu olduğunu dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım.  Kısa bir süre sonra da bu işin savunuculuğunu, Fransız, İspanyol, Portekizli, Mısırlı hanımlar, beyler üstlendi. Böylece hoş bir tartışma ortamı doğdu. Neden sonra etkinliğin yapıldığı alanı terk etmek üzere arabamıza binerken mevsimin menevişli bir kırmızıya bürüdüğü duvar sarmaşıklarının, salkım saçak açtıkları halde bir nebzecik olsun koku salmayı akıl etmeyen yaseminlerin altında öbek öbek toplanmış insanların hâlâ Vesile’nin evine hizmetçi getirmek için böbreğini satışını tartıştıklarına tanık olmak hoş bir manzaraydı doğrusu.

 

Tüyap Kitap fuarı nasıl gidiyor? Sanırım siz de okurlarla buluştunuz bu fuarda?

 

Tüyap Kitap Fuarı’na biri açılış kokteyli, biri yeni çıkan “İstanbul Mektupları” adlı kitabımı imzalamak, öteki ise “Türk Mevsimi Ekseninde Paris-İstanbul Hattı” konulu etkinliğe konuşmacı olarak katılmak üzere üç kez gittim.  Dikkatimi çeken nokta, küçüğünden büyüğüne tüm yayınevlerinin basım tekniği ve pazarlama koşullarında çağı yakalamış olmalarıydı. Tam bir renk cümbüşü hâkimdi her yerde.  Afişler, posterler… Bu arada ufak çapta da olsa bu gelişmeden ben de payımı aldım diyebilirim.  Kuruluşundan beri katıldığım fuarda ilk kez olarak iki buçuk metre boyunda bir posterimi görmem güzel bir sürprizdi.

 

Fuar güzel de, fuarın bir süre önce taşındığı yerin yerleşim alanlarına uzaklığı insanı ürkütüyor.  İstanbul trafiğinde en kestirme biçimde üç taşıtla yaklaşık iki saatte ulaşılabilen fuarın bir de dönüşü var ki, tam bir kâbus! Fuar için evinizin kapısından çıktığınız anda dönüşü planlamak zorundasınız. Stantları gezerken bile aklınız hep dönüşte. Bu yüzden bir yanı git, bir yanı kal diye dürtüyor insanın. Gerçi yayımcılarım sağ olsun, bu sorunları ben doğrudan yaşamıyorum ama salonları dolduran sayısız ziyaretçiyle empati kurduğumda ortaya çıkan tabloyu da görmezden gelemiyorum.

 

Biraz da Sivas’a şerh düşelim mi? Doğduğunuz topraklara. Hani yüreğimizin sahip olduğu topraklar. Kışın erken düşen kar taneciklerinin ve kuzine sobada ayva ve kestane közlenen şehre?...

 

Sivas’a şerh düşmediğim an var mı ki! Bir edebiyatçı gözüyle kentlerin öykülerini yazdıran bir yayınevi üç yıldır ısrarla bu kentin öyküsünü yazmamı istiyor.  Ama bir türlü kabullenemiyorum. Bir ansiklopedist olarak kentle ilgili somut bilgilerin verildiği bir kitap yazmam istenmiş olsa sorun değil. Kentin Mustafa Balel’in yaşamındaki yeri isteniyor benden… Bu da kolay değil tabi. Yaşadıkları insanı her zaman güzel şeylere götürmüyor. Öykülerde, romanlarda, bölük pörçük anılarda Sivas’tan karelere evet, ama onun toplumsal bir çözümlemesini yapmak... I-ıh!

 

Bordeaux’dayken kente hayat veren ve yakın zamana kadar burayı Fransa’nın en büyük liman kenti yapan Garonne nehri üzerindeki Taş Köprü’de gezinmek hoş bir duygu canlandırıyordu içimde. Kendimi dinleme, kafamdaki seslere kulak verme, gerekirse içimden de olsa onlara yanıt verme fırsatım oluyordu.  Böyle düşünenlerin sayısı az olmamalı ki, köprüler hayli kalabalık. Arasıra durup havanın ya da rüzgârın durumuna göre bazen yüz km kadar ötede döküleceği Atlas Okyanusu’na, bazen de kaynağına doğru akan dünyadaki ender akarsulardan biri olan Garonne’daki irili ufaklı gemilere, sayısız gezinti teknelerine ve kentin iki yakasında yükselen tarihi yapılara bakarken aklıma hemen suları akan, insanları bakan Türkiye, ardından da Sivas geldi. “Kentin böğründe, düz bir ovada sessizce geçip giden Kızılırmak, şu anda hazır etrafı da boşken neden küçük bir düzenlemeyle bir anda Sivas’ın kaderini değiştiren bir hazineye dönüşüvermesin? Neden, haritalarda, içinde gezinti teknelerinin yüzdüğü, etrafı sahil yolları, koşu parkurları, plajlar, kafeler, restoranlar, dinlenme alanlarıyla çevrili bir göl belirmesin ki?” dedim kendi kendime.

 

Bu arada her zaman düşündüğüm ama bir türlü dile getirme fırsatı bulamadığım bir şeyi anmadan geçemeyeceğim. Bu koca kentin, bu kültür beşiğinin son zamanlarda bir avuç nüfuslu bir köymüşçesine Balıklı Kaplıca, Kangal köpeği ve Halk âşıkları üçgenine sıkışıp kalan ve tek değerleri bunlarmış gibi anılan gariban bir kent olmaktan kurtulması gerekiyor artık. Tarih boyunca kültürlere beşiklik etmiş koskoca bir vilayet orası. Üç yüz bin nüfuslu dev bir köye dönüştürüldüğünü görünce ister istemez içi sızlıyor insanın. Bu üç unsurun gölgesinde mayışıp kalan bir köy olmaktan sıyrılarak bir büyükkent olduğunu anımsaması ve şanına yaraşır kent değerlerini ön plana çıkarması gerekiyor Sivas’ın.

 

Cumhuriyet Üniversitesi’nin kurulduğunu öğrendiğimde, yüreğimde sıcacık bir şeylerin harekete geçtiğini hissedip ne sevinmiştim! Böyle bir kurumun kentin sosyal yaşamına getireceği yenilikleri düşlerken duyduğum o heyecanı hâlâ unutamam! Meğer ne safdillikmiş! Bir zamanlar hani ünlü bir reklam vardı, soğuklar başlayınca çıkardı. Kaloriferi yeterince ısıtmayan apartman sakini “Yöneticimiz uyuyor mu?” diye bağırırdı. Ben de şimdi tıpkı onun gibi haykırıyorum: “Kırk yıla yakın geçmişiyle koskoca bir Cumhuriyet Üniversitesi, uyuyor mu?” Şu ana dek ne yaptı, söyler misiniz, bu devasa eğitim kurumu? Hangi uluslararası kültür etkinliğine ev sahipliği yaptı? Hangi caz festivalini, hangi piyano resitalini, hangi sinema, tiyatro festivalini düzenledi? Çağdaş Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı’nı kurup hangi konuyu, hangi akımı, hangi yazarı araştırdı? Çocuk Edebiyatı Ana Bilim Dalı’nı kurup bu alanda ne gibi verilere ulaştı? Bugün edebiyat dendiğinde Sivaslının gözünde hâlâ elinde sazıyla bir halk aşığı ya da şair canlanıyorsa sorumlusunu uzakta aramaya gerek yok… Donup kalmış bilgilerle kapalı devre yayın yapan bir apartman radyosuymuşçasına aynı şeyleri yineleyip duracaklarına biraz etraflarına bakmayı akıl etmeleri gerekmez mi? Şapkayı önüne koyup düşünmeli bence yetkililer. Eleman yetersizliğine bağlamaya da lütfen kalkışmasınlar. Yetiştir, sen orada süs biberi misin? derler adama.

 

POYRAZ Edebiyat Dergisi, 4 Aralık, 2009

OSMAN ÇELİK’İN
POYRAZ DERGİSİ ADINA YAPTIĞI SÖYLEŞİ

canada goose homme parajumpers solde doudoune moncler timberland femme ugg suisse doudoune moncler femme timberland homme ugg australia parajumpers femme moncler soldes canada goose solde moncler femme canada goose pas cher moncler doudoune femme canada goose femme timberland suisse moncler homme parajumpers homme ugg pas cher in nederland hvor kjøpe generisk cialis på nett i Norge
ugg ale canada goose suomi moncler sale canada goose takki barbour takki moncler takki timberland suomi canada goose sale parajumpers takit canada goose trillium barbour tikkitakki canada goose ale barbour jacket parajumpers long bear moncler untuvatakki parajumpers takki
adidas superstar femme adidas stan smith adidas superstar adidas stan smith femme
belstaff motorcycle jackets woolrich canada moncler vancouver barbour jacket duvetica canada uggs canada peuterey jacket woolrich parka timberlands canada parajumpers gobi timberland boots women duvetica outlet parajumpers outlet moncler canada
canada goose italiaa ugg saldi woolrich uomo woolrich parka woolrich outlet moncler uomo scarpe timberland ugg stivali stivali ugg moncler milano timberland shoes canada goose outlet timberland scarpe moncler outlet canada goose zug in nederland hvor kjøpe generisk cialis på nett i Norge
moncler dames ugg ale uggs handschoenen moncler jas dames woolrich jas canada goose jas moncler heren parajumper jas dames barbour jackets barbour dublin timberland nederland timberland heren timberland boots moncler jas barbour wax moncler takki parajumper jas parajumpers sale in nederland hvor kjøpe generisk cialis på nett i Norge
canada goose pas cher doudoune moncler moncler outlet veste moncler timberland shoes timberland femme moncler veste moncler veste homme canada goose outlet veste barbour timberland chaussure timberland homme parajumpers pas cher canada goose montreal doudoune canada goose femme ugg soldes
parajumpers tilbud moncler jakke moncler jakke herre nike sneakers nike sko nike sb stefan janoski max nike sb janoskicanada goose baby ugg boots canada goose danmark timberland boots parajumpers long bear canada goose trillium parka canada goose jakke parajumpers udsalg parajumpers jakke udsalg ugg hjemmesko timberland sko
Viagra with Dapoxetine kaufen Kamagra Fizzy Tabs viagra apotheke Viagra pour Femme Viagra Dapoxetine Viagra pour femme acheter du cialis Generika Testpakete Acquisto Cialis Super Active Cialis Daily Viagra kopen erectiepillen kopen Acheter Levitra cialis 20mg Comprare Propecia Acquisto Brand Viagra kamagra kaufen viagra voor vrouwen Kamagra France
cialis en om dagen cialis online danmark kamagra bivirkninger viagra virkning viagra priser apotek levitra virkning cialis bijwerkingen kamagra bijsluiter levitra bijwerkingen viagra werking viagra kopen apotheek kamagra bestellen kamagra kopen levitra prijs levitra kopen cialis 20 mg cialis 20 viagra kopen viagra pil
viagra generika viagra kaufen cialis generika cialis online levitra kaufen levitra generika kamagra jelly kamagra shop levitra dosierung viagra online kaufen kamagra 100 kamagra 100mg levitra 20 mg levitra preis cialis 20 mg cialis kaufen viagra generika viagra kaufen