biyografi 

basında

çeviriler

söyleşi

ana sayfa

       
ROMAN
peygamber çiçeği
asmalı pencere
ÖYKÜ
kurtboğan
kiraz küpeler
gurbet kaçtı gözüme
turuncu eleni
le transanatolien
GEZİ
bükreş günleri
ÇOCUK KİTABI
bizim sinemamız var
cumartesiye çok....
 
CEREN BALEL
 
MEKTUPLAR
HAFTANIN YAZISI
ARŞİV
 
iletişim
 






KURTBOĞAN / HASIR  

          

Yaşlı adam bir yandan yelesini sıvazlarken bir yandan da karşısında bir yakını varmış gibi sevgi dolu sıcak sözler ediyordu atına:

 "Gözünü yerim senin! Bir şey kalmadı şunun şurasında. Nerdeyse şubatın ortası oldu. Ne kaldı ki bahara! Dayan yavrum! Dayan kara gözlüm! Biraz daha sabret. Gör bak, uzun sürmeyecek bu afet. Hele bahara bir çıkalım... Tanrım o günleri bir göstersin... Gör nasıl besleyeceğim seni. Sırtımla otlar taşıyacağım. Ot ki ne ot! Yemlik gibi körpe. Zümrüt gibi yemyeşil!... Taptaze çayırlar getireceğim. Getirip de elimle yedireceğim. Sabret boncuk gözlüm, sabret elmasım. Çoğu gitti azı kaldı..."  

Bunları söylüyordu ama ahı gitmiş vahı kalmış atın içler acısı halini görünce durumun komikliğini de fark etmiyor değildi hani. Açlıktan kadidi çıkmış, bir deri bir kemik şu zavallıya bu lafları ettiğini biri duysa deli derdi.

Derin bir iç geçirdikten sonra başını iki yana sallayarak kendi kendine mırıldanmaya koyuldu:

“Nerede çalımından yanına yanaşılmayan o eski doru at, nerede bu kemik yığını! ‘Çopurun Dursun delirmiş. Bu kıtlıkta salıvermedi doru atı. Onunki de iş mi?’ diyorlar. İyi de, kendilerinin yaptığına ne demeli? O da bir can! Ben neysem o da o! Nasıl salarım zavallıyı? Ağzı var, dili yok, ne bulur, ne yer bu kış kıyamette zavallı hayvan?... Diyelim ki saldım, savdım başımdan. Bu ayazda be yapar zavallı. Anında geberir. Yok babam yok. Mümkünü yok yapamam. Doru atımı salamam ben. İşte bu kadar! Nasıl kıyarım elmasıma? Bunca yıl o köy senin bu köy benim sırtında taşıyıp durdu beni. O olmasa çerçilik mi yapabilirdim? Onca öteberiyi sırtımda nasıl taşırdım? Nasıl doyururdum karnımı?...”

Düşündükçe cinleri tepesine üşüşüyordu. Bağırıp çağırmak, söylenenlerin yakalarına sarılmak geçiyordu içinden.  

Tabakasını çıkardı. Dibinde sadece bir tutam tütün kalmıştı. O da tamamen kül. Bir sarım olur ya da olmazdı. Ceplerini yokladı. Doğrulur gibi yaptı. Pantolonunun ceplerini karıştırdı. Ama orada da bulamadı sigara kağıdını. Sağa bakındı, sola bakındı... Yok! Çaresiz, kasketini çıkardı. Dik tutması için buruşturulup kasketin iç kısmına çepeçevre yerleştirilmiş gazeteden bir parça kopardı. Tabakadaki tütünün tamamını içine boşalttı. Çok küllüydü ama, onu düşünecek vakit değildi şimdi. Doru atın şu dokunaklı hali, içine işlemiş, dertlenmişti bir. İki nefes çekmeden kendine gelemezdi. Yoksa bu zamanda sigarayla işi neydi ki Allah aşkına!  

Derin derin soluyordu at. Burun deliklerinden püsküren yoğun buğular ahırın soğuğunda bir süre sonra yok oluyorsa da kaşla göz arasında yenileri sarıyordu ortalığı. Mahzun bakışları yaşlı adamınkilerden ayrılmak istemiyor gibiydi. Salınmış olsa şimdiye çoktan gebereceğini o da biliyor olmalıydı. Bu kıtlıkta yalnızca o köyde bile yüzlerce atın dışarı bırakıldığını… Bazılarının alnından kurşunlanıp bazılarının boğazlandığını biliyor olmalıydı. Haydi Çerçi Dursun doru atına kıyamaz, diyelim. Ne alnının ortasına bir kurşun sıkar, ne de boğazına bıçak dayardı. Peki sokağa salmak daha mı iyiydi sanki? Çöplüklerde, kıyıda köşede yiyecek bir şey mi kalmıştı? Dağda taşta, aç susuz dolanırken kurda kuşa yem olmamışsa, köy içinde çoluk çocuğun eğlencesi olacağını, bir çingenenin elek yapmak için kuyruğunu keseceğini, kapısına yanaşacağı bir ev sahibinin kafasına küreği indireceğini o da biliyor olmalıydı. Öyle olmasa boncuk gözlerini yaşlı adamınkilere dikip üzgün üzgün bakar mıydı? Hele  gözlerinden şıpır şıpır damlayan şu yaşlar!... Büyük bir iyilikbilirliğin ifadesi değil miydi onlar?

   At, isteksizce açıp yumduğu ağzını aralayarak başını yaşlı adama doğru uzatıverdi. Suratını sası sası bir kokunun yalayıp geçmesi üzerine irkiliverdi adam. Kendini toparlayıp düşlerinden sıyrıldı. Doru atın dişleri arasından süzülen inilti aklını başına getirmişti. Vah, güzelim vah! Kime ne ettiği vardı şu zavallının! Tek kusuru Çerçi Dursun'un atı olması mıydı? Görkemsiz, çelimsiz bir at… Eh, öyle de olmasa, kim bırakırdı onu bu garibana?...

Off!.. Sırası mıydı bunların? Elini gözleyen, içe işleyen bakışlarını üzerinden ayırmayan hayvana vereceği hasır parçasını düşünmeliydi şimdi.  

Ne yapsaydı ki? İki ucu boklu değnek! Atsa atılmıyor, satsa satılmıyordu... Gözü çıksın yokluğun! O da yetmezmiş gibi bir de kıtlık belası çıkmıştı başına. Ne yapabilirdi ki? Eli kolu bağlıydı. Kimden bir tutam ot ya da saman isteyebilirdi ki? Lanet kıtlık millette başkasına verecek ot çöp mü bırakmıştı? Ne demişler kelin ilacı olsa başına çalardı. Yalan da değildi hani. Parası olan ta Sivas'tan, Konya'dan saman getirip besliyordu hayvanlarını...  

Düşünürken çiçek bozuğu suratındaki kırışıklıklar daha bir derinleşiyor, seyrek dişleriyle soğuktan morarmış dudaklarını kemirip duruyordu.  

Bir süre sonra daha fazla dayanamadı artık. Kalktı. Gazete kağıdına sardığı ama henüz içmeyi akıl edemediği tütünü yere fırlatıp üstüne bastı. Ezdi, ezdi… Sonra da ayakkabısının ucuyla içinden uzun uzun hasır lifleri çıkan at pisliğinin altına gömdü.  

Kapıyı açtı. Ahırın ortalığı yaygaraya boğan kapısının açılmasıyla dışarının keskin ayazı yaşlı adamın çiçek hastalığının delik deşik ettiği yüzünü, çatlak ellerini, ak kıllarla kaplı yarı açık göğsünü jilet gibi yarıp geçti. Bir an kendini yeniden ahırın sıcağına atmayı düşündüyse de vazgeçti. Ağır adımlarla yolun karşı tarafındaki evlere doğru yürümeye koyuldu.  

Karşı yönden gelmekte olan yaşlı bir kadın sıkı sıkıya sarındığı atkının uçlarını ağzına yakın yerde birleştiren ellerini ovuşturarak:  

"Gide de gelmeye şu soğuklar! Allah düşmanımın başına vermeye!" diye söylendi.  

Az ötede kağnı arabasına çuval yüklemekte olan Tatlının Bekir:  

"Neden salmadın şu senin uyuzu Dursun Amca? Ondan sana hayır yok. Bırak gitsin Allah aşkına!... " diye seslendi.  

"Yapma Bekir! Sen deme bari. Varı yoğu bir atım var hayatta. Onu da salarsam, ne yaparım sonra? Hiçbir şeyden başka can şenliği..."

Beriki sırtına çuvalı yüklediği kardeşinin peşinden arabaya doğru ilerlerlerken:  

"Eh, mal senin değil mi? Dilediğini yap. İster at, ister sat. Sana mı nefes tüketeceğim!... Bu kadar milletin akıllısı sen misin, be adam! Herkes saldı kırlara. Onların canı yok mu?..." diye homurdandı.

Ne sinir oluyordu, şu çatlağa! Uyuz beygirin turşusunu kuracaktı sanki! Şu gün olmuş hâlâ başından def etmemişti. Sonra da bisküvi kutusu diye kapıya dayanıyordu. Koskoca Tatlının Bekir iken o bile kız gibi atlara kıymış, iki kısrağını boğazlayıvermişti de Allah’ın çatlağı uyuz beygirine kıyamıyordu. Atım demiş tutturmuştu! Eh, al atını başına çal!... Adam sen de… Nesine gerek, o kendi işine bakardı. Arpa epey para eder miydi acaba?... O da laf mı Allah aşkına, bu kıtlıkta arpa gibi malın olsun!… Altın gibiydi, altın! Götürüp bir baksındı Hallo. İşine gelirse verir, gelmezse koyarlardı yeniden ambara. Ne demişler, taş attı da kolu mu yoruldu?.. Akacak, kokacak değildi nasıl olsa. Kuru arpa. Beklesin beklediği kadar. Bahar geliyordu neredeyse. Ayağını öpen alırdı.           

            “Bekir Ağa, gardaş…” 

            “Ne var yine? Borç mu isteyeceksin? Bana hiç güvenme! Kırk paralık mal yok artık… Önce borcunu öde. Sikke kesmiyorum ben burada!...” 

            “Niye celallendin ki birden? Şey… Bekir Efendi oğlum… Diyeceğim o ki…” 

            “Ne geveleyip duruyorsun be adam! Ne diyeceksen desene… Allah Allah, ne adama çattık yahu… Seninle uğraşamam… İşim var, gücüm var.”

“Şey diyecektim… Püsküüt kutusu falan…”           

            “Hah, nasıl da bildim! Tutturmuş bir onu! Bisküvi kutusuymuş! Kutu falan yok artık! Gün aşırı hasır istemeye, kutu istemeye geliyorsun. Bezdirdin be!... Malımın ortakçısı mısın?...” 

            Bağırmıştı ama olsun. Ağzına bile etse azdı böylelerinin. İkide bir bisküvi kutusu. Çöplükten mi topluyordu be adam! O da para verip alıyordu. Babasının hayrına kim ne veriyordu? Bir kutu yarım kod patates ederdi. Deli mi ki versin? Aklını peynir ekmekle yememişti… Adama bak, kapı kapı hasır dilenmekten bıkmamış, şimdi de sıra bisküvi kutusuna gelmişti. Yok babam, yok… Kutu falan veremezdi… Ohoo, her gelene kutu verse, şunu bunu verse, evin yolu mu bulunurdu?... Öyle etse Tatlının Bekir olur muydu?... Kutuyla, hasırla at besleyecekse hiç beslemesin, kaldırsın atsındı… Hem söyletmesin, Allah aşkına! Ne demişler : İt buldu, Haydar mı kaldı? Sen kendini doyurdun da at beslemen mi kaldı be adam! Üstelik de bu devirde… Çatlak matlak ama piyaz yapmayı da iyi beceriyordu: “Bekir Efendi oğlum…”muş! 

            “Hoo-ha!...” diye üvendireyi mor öküzün böğrüne dürtüştürüverdikten sonra kardeşini uyarmayı ihmal etmedi: 

            “Bana bak, gözü yumuk satma ha! Dolan, fırlan. Seni bilirim. Akıldan yavansındır biraz. Baktın olmuyor, istediğin fiyatı vermiyorlar, al getir. Taş attın da kolun mu yoruldu…” 

            Kağnının okunu indirmiş, öküzleri yola vurmakta olan kardeşi Gödek Hallo: 

            “Hiç kaygın olmasın ağam…” diye seslendiyse de sesi kağnını gıcırtısına karışıp kaybolmuştu.

            * 

            Şu ekşi, sası koku, ıslak hasır kokusu dor atının, boncuk gözlüsünün kokusunu anımsatıyordu Çopurun Dursun’a. Tekne neredeydi ki? Zıkkım kar da adamın gözünü kamaştırıyordu. Şu zifiri karanlığa baksana. Gözünün önünü bile göremiyordu insan. Aslında dil işte, ne demişler lastik gibi her tarafa dönüyordu. Kara bahane buluyordu ama, kardan gözü kamaşmadığı zamanlar çok mu aydınlık  oluyordu şu viran kalası yer! Neyse, önü bahardı nasıl olsa. İyi bir gününe rastlarsa çatıdaki deliği biraz büyütür, içeri daha fazla ışık girmesini sağlardı. Ah, kafa! Boşuna “Deli Dursun” dememişlerdi. Deliği, ışığı düşünmenin sırası mıydı şimdi!... Atı elden gidiyordu. Boncuk gözlü can şenliği dağda taşta kurda kuşa yem olacak, onu düşünmüyordu da ahırın karanlığını düşünüyordu. Demiyordu ki leş kargaları gözlerini oyacak birer birer. İtler, kurtlar bağırsaklarını çekiştirecek, ulam ulam uzatacak. Tarla sıçanları kulaklarını kemirecek… 

            Derin bir göğüs geçirip nefesini gürültüyle dışarıya verdi. Ardından da: 

            “Avradını sattığım, iki kutu istedik diye, kas kas kasıldı. Adam belledik, ‘Bekir Efendi’ dedik. O da kabardıkça kabardı. Birkaç kutu versen hançerinin taşı mı düşerdi nursuz! Bir iki gün onunla idare ederdik, sonrası da Allah kerim…Ne gezer, bu dürzülerde o insanlık nerede?...” 

            Çakır gözleri yavaş yavaş karanlığa alışmaya başlamıştı. El yordamıyla teknenin yerini buldu. Bulanık sudan başka bir şey görünmüyordu içinde. Elini daldırdı. Dibi köşeyi bir iyice araştırdı. Ne bulduysa öteki eline toplamaya başladı. Büyüğüne küçüğüne aldırmadan, eline geçen hasır parçalarını birer birer topladı. Pezik sapı kadar mı olur, kibrit çöpü kadar mı… 

            Islatılmış hasır kokusu ciğerlerine işliyordu. Bir yakınlık, bir sıcaklık duymaya başlamıştı bu ekşi sası kokuya. Tam uç ay!... Kolay değildi… Kapı kapı hasır dilenmiş eline ne geçerse getirip yığmıştı bir köşeye… Vakitlerde onları satırla parçalıyor, dilim dilim kıyıp basıyordu tekneye. Bu şekilde ıslanan hasır parçaları bir süre sonra gevşeyip salıveriyordu kendini. O da bunları verip nefsini körletiyordu doru atın. Belki canına can katmıyordu ama idare ediyordu işte. Ölmesini önlüyordu hiç değilse.          

            Her bunluğun bir aydınlığı olur diye bir söz vardı ama  onun da göründüğü yoktu bir türlü. Görünecekmiş gibi bir hava da yoktu ortalıkta. 

            Son bir umutla elini teknenin içinde bir kez daha gezdirdi. Ama ne kadar uğraşırsa boşuna… Şu bir tutamdan başkaca hasır yoktu teknede. İlaç için bile olsa tek bir çöp kalmamıştı.   

Elindeki tutamı sıktı. Daha bir küçülmüştü demet. Teknenin yanı başındaki kütüğe, üstündeki satıra baktı. Gözleri doluktu. Az sonra da gözyaşları alnından aşağı inen tuzlu tere karıştı. 

Dünya bir tuhaf olmuştu, kışın çat ayazında terliyordu. 

Duvarın dibindeki şilteyi bir ucundan kaldırdı. Ne yazık ki orada da bir şey kalmamıştı. Altında hasır kalmayan şilte nemli toprağın üzerinde durmaktan ağırlaşmış, küf bağlamıştı. 

Çaresizlik içinde kapıyı çekip dışarı çıktı. Adımları geri geri kayıyor ahıra yaklaşmak istemiyordu. Ne yüzle çıkacaktı ki doru atın karşısına? Hangi yüzle bakacaktı onun boncuk gözlerine? Yıkıp çökertiyordu bu acizlik yaşlı adamın yorgun omuzlarını. Alnının kırışıklarını daha bir derinleştiriyor, çoktan çökmüş çiçek bozuğu yanaklarını daha bir çökertiyordu. 

Kapının gıcırtısını duyar duymaz yattığı yerden başını çevirmişti doru at. Çenesini uzatmış, yaşlı adamın ellerine bakıyordu heyecanla. Sarı dişli geniş ağzından salyalar akıtarak… Islak hasır kokusunu duyunca kımıldanır, biraz canlanır gibi oldu. Ayağa kalkmaya çalıştı.  

Yaşlı adam bakışları tavana dikili, ıslak hasır parçalarını ata uzattı. Ardından hepsini bir anda yutuveren doru atın yelesini okşamaya, boynuna sarılıp yanaklarını öpmeye başladı. Sonra bakışları hâlâ tavana dikili, doru atın yularını direkten çözdü ve ağır adımlarla kapıya doğru yürümeye koyuldu. 

Biraz sonra yaşlı adam ve boncuk gözlü atı dışarıdaydı artık. Çopurun Dursun ayaklarının altında gıcırdayan kara aldırmadan, yelesini okşayarak, yanaklarını sıvazlayarak götürüyordu boncuk gözlüsünü.  Eşinden ayrılmaz kumrular gibi  sarmaş dolaş yürüyüp gittiler bir süre.  

Neden sonra, sokuyu, evlek evlek uzanan tarlaları görünce köyden hayli uzaklaştıklarının farkına varıp bir yamacın başında durdu yaşlı adam. Son bir kez daha baktı atına. İçine çekercesine uzun uzun seyretti onu. Yelesini, sağrılarını sıvazladı ve yuları boynundan çözüp hızla uzaklaştı yanından. Bakışları yine yukarıda, bembeyaz gökyüzüne dikili köyün yolunu tuttu. 

Ayak seslerinden bir süre peşini takip eden atın daha sonra bundan vazgeçtiği anlaşılıyordu. Bunda kuşkusuz yaşlı adamın ödünsüz tavrının ve başını çevirmeden öfkeyle homurdanışının payı büyüktü. Acılı kişnemesi her an biraz daha uzaklaşıyordu artık.  

Yaşlı adam yanakları ıslak, bitkin adımlarla karlara bata çıka yürüyordu. Başını çevirir çevirmez doru atın öfke, kin ve hepsinden önemlisi sitem dolu bakışlarıyla karşılaşacağı korkusu içinde dolup dolup taşan gözlerini kapatmış yürürken, bir yandan da dirseğiyle ağzını kapatarak hıçkırıklarını boğmaya çalışıyordu.
   
      

canada goose homme parajumpers solde doudoune moncler timberland femme ugg suisse doudoune moncler femme timberland homme ugg australia parajumpers femme moncler soldes canada goose solde moncler femme canada goose pas cher moncler doudoune femme canada goose femme timberland suisse moncler homme parajumpers homme ugg pas cher in nederland hvor kjøpe generisk cialis på nett i Norge
ugg ale canada goose suomi moncler sale canada goose takki barbour takki moncler takki timberland suomi canada goose sale parajumpers takit canada goose trillium barbour tikkitakki canada goose ale barbour jacket parajumpers long bear moncler untuvatakki parajumpers takki
adidas superstar femme adidas stan smith adidas superstar adidas stan smith femme
belstaff motorcycle jackets woolrich canada moncler vancouver barbour jacket duvetica canada uggs canada peuterey jacket woolrich parka timberlands canada parajumpers gobi timberland boots women duvetica outlet parajumpers outlet moncler canada
canada goose italiaa ugg saldi woolrich uomo woolrich parka woolrich outlet moncler uomo scarpe timberland ugg stivali stivali ugg moncler milano timberland shoes canada goose outlet timberland scarpe moncler outlet canada goose zug in nederland hvor kjøpe generisk cialis på nett i Norge
moncler dames ugg ale uggs handschoenen moncler jas dames woolrich jas canada goose jas moncler heren parajumper jas dames barbour jackets barbour dublin timberland nederland timberland heren timberland boots moncler jas barbour wax moncler takki parajumper jas parajumpers sale in nederland hvor kjøpe generisk cialis på nett i Norge
canada goose pas cher doudoune moncler moncler outlet veste moncler timberland shoes timberland femme moncler veste moncler veste homme canada goose outlet veste barbour timberland chaussure timberland homme parajumpers pas cher canada goose montreal doudoune canada goose femme ugg soldes
parajumpers tilbud moncler jakke moncler jakke herre nike sneakers nike sko nike sb stefan janoski max nike sb janoskicanada goose baby ugg boots canada goose danmark timberland boots parajumpers long bear canada goose trillium parka canada goose jakke parajumpers udsalg parajumpers jakke udsalg ugg hjemmesko timberland sko
Viagra with Dapoxetine kaufen Kamagra Fizzy Tabs viagra apotheke Viagra pour Femme Viagra Dapoxetine Viagra pour femme acheter du cialis Generika Testpakete Acquisto Cialis Super Active Cialis Daily Viagra kopen erectiepillen kopen Acheter Levitra cialis 20mg Comprare Propecia Acquisto Brand Viagra kamagra kaufen viagra voor vrouwen Kamagra France